25 Temmuz 2009 Cumartesi

Oktay Arayıcı ve Toplumcu Tiyatro

Oktay Arayıcı ve Toplumcu Tiyatro

Tiyatro; biçimi-içeriğinin ayrılmaz bütünlüğü ve ulaşabildiği seyirciyle kurduğu alışverişle “toplumsallığı” her boyutuyla gözler önünde olan bir sanat alanıdır. Bu anlamda ülkenin içinde bulunduğu sosyal ekonomik ve kültürel koşullarla toplumbilimi yapılabileceğini varsaydığımız tiyatro sanatı arasında kopmaz bağlar olduğu bir gerçektir.
Tiyatro sanatının işleviyle, varolan toplumsal sistem ve yönetim biçiminin ilişkisi; ülkede verilen demokrasi ve sanat kültürünü oluşturma mücadelesinin bir parçasıdır. Toplumun demokrasi kültüründen, demokrasi kültürü oluşturma mücadelesinden etkilenen ve bu doğrultuda ürünler veren tiyatro aynı zamanda topluma geri dönerek onu etkiler ve toplumsal bir süreç olduğunu da kanıtlar.
1960’lı yıllarda Türkiye’de oluşan siyasi durum, 27 Mayıs 1960’ın getirdiği göreli özgürlük hali, ekonomik gelişme,kapitalizmin tüm kurumlarıyla ülkeyi etkisi altına alma süreci ve sol düşüncenin ideolojik-politik gelişimi tiyatro sanatını-sanatçılarını yoğunluklu olarak etkilemiştir. Ülkede tiyatro sanatı etkinliği nicelik olarak büyük bir gelişim göstermiş, bunun yanında yazarlar toplumcu ve sol içerikli oyunlar üretmişler ve bu perspektifte bir biçim anlayışı Avrupa da bulunan politik oyun örneklerinden de etkilenerek oluşturulmaya çalışılmıştır. Ayrıca geleneksel kaynaklardan yola çıkarak toplumcu nitelikte oyunlar yazan yazarlar da bu dönemde kendilerini göstermiş ve yarının Türk tiyatrosunun temel taşları olacak oyunlar üretmişlerdir.Vasıf Öngören, Oktay Arayıcı, Sermet Çağan, İsmet Küntay, Bilgesu Erenus , Haldun Taner vb.
27 Mayıs 1960 tarihinde Türk Silahlı Kuvvetleri’nin çeşitli sebeplerle yönetime el koymasıyla ülkede varolan özgürlük, eşit bölüşüm, kültürel haklar gibi yaşamsal konularda; geçen döneme göre farklı bir süreç başlamıştır. 1961’deki yeni anayasayla üretime, yaratıma, özgür sanata doğru evirilen toplumsal süreç yeni bir yola girmiştir.
1960’ın hemen sonrasının ve 12 Mart 1971’e değin geçen sürecin, tiyatromuzun “Altın dönemi” diye nitelendirilmesinin nedenlerinin başında tiyatro topluluklarındaki nicel artış, toplulukların alternatif ve yeni denemeler yapması ve dünyaya açılıştır. Bu dönemde amatör-profesyonel topluluklar Brecht, Sartre, İonesco, Pinter gibi çağdaş yazarların oyunlarını sergilerler.
Kabare Tiyatroları, bulvar tiyatrolarının yanı sıra politik tiyatro toplulukları ve dönem sorunlarıyla ilgilenen topluluklar artarak çoğalır.
Ödenekli tiyatroların da bu gelişimden etkilenmemesi elbette mümkün olmaz. Değişimin ve yenilenmenin “eğer olumlu yöndeyse” önünde durulamayacağı gerçeği bunu zorunlu kılar.
Bu dönemde kurulmuş ve hâlâ faaliyetini sürdüren, toplumcu geleneği ile bir dönem seyirci kitlelerinin gözbebeği olmuş, önünde kuyrukları hiç bitmeyen ve oyunları “seyredilmezse olmaz” olan bir topluluk tiyatro hayatımıza girer: Ankara Sanat Tiyatrosu (AST). I. Arena Tiyatrosu’ndan türemiş ve bugün de perdelerini açmakta olan bir topluluktur… Ankara Sanat Tiyatrosu, I. Arena Topluluğunun da kurucusu-yöneticisi Asaf Çiğiltepe’nin önderliğinde kurulmuştur.
Ankara Sanat Tiyatrosunda 1970’li yıllara dek rol almış sanatçılardan birkaçı şunlardır: Asaf Çiğiltepe, Güner Sümer, Ayberk Çölok, Erol Demiröz, Savaş Dinçel, Genco Erkal, Oben Güney, Fikret Hakan, Şener Kökkaya, Oktay Sözbir vb. Tüm bu sanatçılar politik görüşleri ile sanatları arasında bağ kurmuş ve bu ilişkiyi seyirciye taşımaya çalışmışlardır. Yine bu dönemde kurulan Dost Oyucuları ve Ulvi Uraz Tiyatrosu, Halk Tiyatrosu, Halk Oyuncuları Birliği, Bakırköy Tiyatrosu, Dostlar Tiyatrosu, Ankara Birliği Tiyatrosu vb. toplumcu tiyatro anlayışını benimseyen, bazıları birbirlerinden koparak oluşan topluluklar olarak tarih sahnesindeki yerlerini almışlardır.
1960 sonrasında nicel olarak çok büyük olan artıştan talihsiz nasibini politik eğilimli tiyatrolar almışlardır. Baskılarla karşılaşmakta, saldırılara uğramaktadırlar. Bu devletin bizatihi uyguladığı zor’un dışında onun eli ve yönlendirmeleriyle oluşmuş bir süreç olarak karşımıza çıkar. Anlatılan yılların sonlarına doğru özel tiyatro topluluklarında dağılmalar, tiyatro salonlarında kapanmalar görülür.
İlerici-Toplumcu tiyatro topluluklarında ya da politik tiyatro topluluklarında ideolojik perspektiflerin keskinleşmesi ve politik tartışmaların artışıyla dağılmalar yaşanmaya başlanır.
Bu dağılmaların bir kısmı tiyatroyu bırakmayla sonuçlanmış diğer bir kısmı ise bölünüp farklı tiyatro denemelerine girişilmesini doğurmuştur. Tabi bu ayrışma estetik, bilimsel ve etik faaliyette sorunlara neden olmuş, güçsüzlük ortaya çıkmış ve verilen ürünlerde sorunları doğurmuştur. Herhangi bir örgütün aracı haline bile gelebilen tiyatro, sloganist ve derinliksiz bir hal alma durumunda kalabilmiştir.
12 Eylül 1980’e değin gelen bu kaotik ortamdan 12 Mart 1971 darbesinin kısıtlamalı sürecinin tiyatroya da etkisi elbette görülecektir. Demokrasi, özgürlük, eşitlik düşü hiç bitmese de tiyatrolar kapatılacak, oyuncular tutuklanacak ve tiyatroya saldırıldığı süreçler maalesef yaşanacaktır.

Türk Tiyatrosunun en önemli yazarlarından biridir Oktay Arayıcı. Geleneksel kaynakları kullanan ve bununla beraber epik tiyatro öğeleri de barındıran oyunlar yazan Oktay Arayıcı; sorgulayan, problemleri bulmaya, teşhis etmeye çalışan ve tiyatro alıcısının bu meseleleri vurgulayarak hayatına yön vermesini isteyen bir yazardır.
Tiyatroda yeni biçimler denemiş, bu denemelerinde hep açıkça bir düzen isteğini, yarattığı kişilerin sözlerinde ve izlenen olayın etkisinde göstermiştir. Yazdığı dört temel oyununda da denemelerini ilerici-toplumcu çizgisini sürdüren yazar. Az ama özenle yazmıştır

“1936 yılı 12 Şubatında Rize’de doğdum. Babam Nasrullah Arayıcı, eski bir kaptandı. Serüvenci yaşayışı yüzünden, uzun yıllar Karadeniz ve Akdeniz’de taşımacılık yaptığı motorunu, Patras’da satmış, baba ocağına dönmüştü. Annem Hikmet, eski ve yeni yazıyı bilen, iyi yetişmiş bir kadındı. Ben ailenin üçüncü ve son çocuğuyum.
Okul öncesi dönemden hatırladığım şeyler arasında, masal dinleme, (anlattırma)düşkünlüğüm vardır. Bu yüzden kış gecelerinde komşu evlerini dolanıp durmuşumdur. On yaşımdayken, kulak ağrısına neden olan bademciklerimin alınması için İstanbul’a gönderilince, Karagöz’ karşılaştım. Bu karşılaşma benim için ilginç ve etkili olmalı ki, iki yıl sonra evimizin bahçesinde perde kurup, arkadaşlarıma, komşularımıza Karagöz oynatacaktım.
Ortaokulda her ne kadar “iftihara geçen” bir öğrenciysem de okul kütüphanesindeki Milli Eğitim Bakanlığı Klasikleri, beni derslerden daha çok ilgilendiriyordu. Ortaokulu bitirdiğimde Rize’de lise yoktu. Ağabeyim Trabzon lisesinde okumaktaydı. Memuriyete kapılanmış babamın, ikimizi birden dışarıda okutabilecek gücü yoktu. Sorun o sırada Malatya’da bulunan bir memur akrabamızın yanına gönderilmemle çözüldü. (1950) Bu yolculuk ve Malatya’da geçirdiğim sekiz ay, beni Karadeniz’inkine pek benzemeyen Anadolu gerçeğiyle yüz yüze getirdi. Ertesi yıl, Rize’de Lise açılınca, öğrenimime bir yıl ara vererek ikinci sınıftan itibaren, orda devam ettim. O yıllar da, şiir ve hikâyeye yönelik kalem denemeleri yapmakta, okul gazetesini çıkarmakta, oyunlar sahnelemekteydim. Gene bu yıllarda, tatil aylarında, Çay Fabrikasında mevsimlik işçi olarak da çalışıyordum. Bu arada (1954)de iki arkadaşımla birlikte, pek uzun ömürlü olmayan “Bomba” adlı haftalık bir mizah gazetesi de çıkarmıştık.
1956’da liseyi (dört yıllık) bitirdim. O yıl İstanbul Üniversitesi İktisadi fakültesine girdim. Ve aynı üniversitenin Talebe Birliğine bağlı Gençlik Tiyatrosuna katıldım. Daha sonraki yıllarda, bu amatör tiyatroda yönetici oldum, yönetmenlik yaptım; toplulukla birlikte, yurt içinde ve dışında turnelere katıldım.
1960’da perdelik ilk oyunumu, Dışarıda Yağmur Var’ı yazdım; gençlik Tiyatrosunda sahneye koydum. 1961 Şubatında yüksek öğrenimimi tamamladım. Aynı yıl yazdığım bir film senaryosu Merkez Film Kontrolü Komisyonunca (resmi sansür kurulu) sakıncalı bulundu, onaylanmadı. Bu çalışmanın getirdiği rastlantısallıkla, sinemada, tek filmlik bir yapımcı serüveni yaşadım.
Nisan 1962-Mart 1964 arasında yedek subaylığımı yaptım.
1964, Cahit Atay’ın Sultan Selim adlı oyununa bağlı bir dramaturji çalışması niteliğini taşıyan ve o tarihte İzmit’te, Good Year lastik fabrikasındaki grevi içeren, Kondulu Hayriye adlı ön oyunum, İzmit Şehir Tiyatrosunda, seyirci önüne çıkarılma aşamasındayken, valilikçe yasaklandı.
1965–1966 yıllarında, Türkiye Milli Talebe Federasyonunca düzenlenen, Uluslararası Kültür Şenliklerini yönettim. Bu arada (1965) program yazarı olarak Türkiye Radyo Televizyon Kurumu’na girdim. 1981’e kadar hizmet gördüğüm bu kurumda, çeşitli programlara yapımcı imzası attım, yönetici sorumluluğu üstlendim, İzmir, Ankara, radyolarında program, İstanbul Radyosunda, Kültür, Eğitim müdürlükleri yaptım. Yasal dayanağını 1961 Anayasasından alan özerklik ve çağdaş bir yayın düzeni için çaba harcadım.
1969, Seferi Ramazan Bey’in Nafile Dünyası adlı “seyirlik komedya”yı yazdım.
1970’de Cumhuriyet gazetesinin açtığı, Ulusal Kurtuluş Konulu film senaryosu yarışmasında, İkinci Hedef adlı senaryomla Yunus Nadi ödülünü kazandım. (Bu ödül, Güngör Dilmen’in Anzevur adlı senaryosuyla paylaşılarak alınmıştır.)
1970 Semihe Buhara ile evlendim.
1970, Seferi Ramazan Bey’in Nafile Dünyası, TRT’nin açtığı yarışmada, jüri tarafından övgüye değer bulundu. Bu oyun, ertesi yıl, (1971) Ankara Sanat Tiyatrosunda, Ergin Orbey ‘in yönetiminde sahnelendi. Sıkıyönetimce yasaklandı. Ankara Sanatseverler Derneği ise, oyunu (Mikadonun Çöpleri) ile birlikte yılın en iyi oyunu seçerek (beni Melih Cevdet Anday’la ortaklaşa) ödüllendirdi. Aynı oyun 1974-75 mevsiminde İstanbul Şehir Tiyatrosunda da Başar Sabuncu yönetiminde sahnelenmiş, bir yıl süreyle afişte kalmıştır.
1972,1973 kabare türünde skeçler yazdım.
1974-1976 “seyirlik tragedya”: Bir Ölümün Toplumsal Anatomisi’ni yazdım.
1977, Bir ortaoyunu denemesi: Rumuz Goncagül’ü yazdım.
1978, Bir Ölümün Toplumsal Anatomisi, Devlet Tiyatrosunda Can Gürzap yönetiminde sahnelendi. Türk Dil Kurumu ve Avni Dilligil (yılın en iyi oyun yazarı) ödüllerini kazandı.
1978, televizyon için, At Gözlüğü adlı film senaryosunun yazdım bu senaryodan Yusuf Kurçenli yönetiminde çekilerek ekrana getirilen film, kamuoyunda geniş bir tartışma açtı. Kurçenli’nin filmi, TRT Muhabirleri Derneğince, yılın en başarılı yerli yapımı seçilerek ödüllendirildi.
1978–1979 yıllarında, Server Tanilli’nin yaşamından yola çıkarak, yakın geçmişin yaşanılmış olaylarını irdeleyen, Geçit adını verdiğim oyunumu yazdım. (Siyasal koşullar nedeniyle oynanmamaktadır.)
1981, Rumuz Goncagül, Rutkay Aziz yönetiminde, Ankara Sanat Tiyatrosunda sahnelendi. Sanat Kurumunca (Ankara Sanatseverler Derneği), yılın en iyi oyunu seçilerek ödüllendirildi.
1981, TRT’den uzaklaştırıldım. Devlet hizmetinden istifa ettim.
1982; Babalar adlı kabare oyununu yazdım.
Murat ve Zeynep adlarına iki çocuğum vardır.”
Oktay Arayıcı oyunlarında yaptığı eleştirel incelemeyi çağdaş değerlere dayandırır. Toplumsal yapılardaki geriliği yapıların nedenlerini kavratarak ve onu değiştirmeye çalışarak gösterir. Bu da çağının değerli yazarlarından olduğu gerçeğini gözler önüne serer.
Göstermeci biçimde oyunlar yazan Arayıcı’daki gerçeklik, yaşayan sorunlara eğilmesi ile ilgilidir. Geleneksel kaynaklardan yararlanırken ki bu özellikler “gelenekselden geleceğe Türk tiyatrosunun oluşturulmaya çalışılması” olarak tabir edilebilir. Günün sorunlarıyla ilgilenmesiyle gerçeklik olgusu öne çıkar.
Toplumcu bakış açısının çerçevesinde, göstermeci üslubun öne çıktığı, güncel ve politik olana
ilgi duyan yazar olarak Oktay Arayıcı; Geleneksel Türk Tiyatrosunun öz-biçim özellikleriyle, Brecht’in Epik-Diyalektik tiyatrosunun çizgilerinden yararlanarak “ULUSAL TÜRK TİYATROSU”nu oluşturma çabası içinde olmuştur. Bu elbette bir yazarın tek başına başarabileceği bir süreç değildir. Dönemin önemli yazarları değerlendirildiğinde (ki bu çalışmada üç yazar daha bulunmaktadır) böyle bir çalışmaya giriş süreci başlamış ama birçok nedenle arkasını gelmemiş olduğu görülür. İsmet Küntay’ın episodik oyun yapıları, Haldun Taner, Sermet Çağan ve Vasıf Öngören’in açık biçiminden yararlanan oyunları döneme damgasını vurmuş olsa da bu oluşamamıştır.

Türkiye Milli Talebe Federasyonu’nda (TMTF) görev alan Arayıcı’ya şenlik başkanlığı yaptığı dönemde amaçlarını sorduklarında verdiği yanıt evrensel dünyaya, gençliğe, insani değerlere bağlılığının bir simgesi olarak akıllara kazınmalıdır.
“Şenliğimizin amacı, ırk, ulus ve blok ayrımı yapmasızın bütün ülkelerin gençlerini fikir ve sanat akımlarının içinde bir araya getirerek uluslararası ilişkilerin geliştirilmesine ve uluslararası dünya anlayışına yardımcı olmaktır.”
Dünya barışına yönelik düşünceleri takdire şayan dahi olsa var olan iktidarlarla pek barışık yaşamaz Oktay Arayıcı: 1954’te çıkardıkları “Bomba” isimli mizahi dergi kapatılır ve 6 ay hapis cezasına çarptırılır. Neyse ki ceza tecil edilir! 1959 ylında yazdığı film senaryosu sansür engeline takılır! TMTF’de tüm başarılarına karşı görevden alınır! Cahit Atay’ın Sultan Gelin oyununa öndeyiş ve sondeyiş yazmıştır(Kondulu Hayriye), Ancak İzmit Belediye Tiyatrosu’nda sahnelenecek oyun seyirci karşısına çıkmadan yasaklanır! 1971–72 sezonunda AST’ta sahnelenen ve Ankara Sanat Severler Derneği’nin Yılın Ödülü’nü verdiği Seferi Ramazan Bey’in Nafile Dünyası oyunu sıkıyönetim tarafından yasaklanır.
1981 yılında Oktay Arayıcı ve 101 arkadaşı TRT’den uzaklaştırılır. Kendisine zorunlu olarak verilen görevden istifa eder. Tüm bu olumsuz durumlara rağmen çizgisinde asla vazgeçmez Oktay Arayıcı. Zorluklarla yaşamayı da bilir, üstüne gitmeyi de. Cengiz Gündoğdu ölümünden sonra yazdığı yazıda Arayıcı’nın Günay Akarsu için söylediklerini bu kez o ona söyler:
“Sen bir tiyatro adamıydın. Para için düşüncelerini satmadın. Eğilmedin. Bükülmedin. Güle güle Oktay Arayıcı.”


SEFERİ RAMAZAN BEY’İN NAFİLE DÜNYASI
Oktay Arayıcı’nın 1969 yılında yazdığı ve birçok tiyatro tarafından NAFİLE DÜNYA ismiyle oynanan oyun dönemin en önemli oyunlarından biridir. Oyundaki olaylar ve durumlar Komiser Ramazan’ın çevresinde gelişirken, yazar ülkenin içinde bulunduğu toplumsal, siyasal, sosyal ve ekonomik sorunlara eğilir. Yazarın “Seyirlik Komedya” dediği eserin ilk sahnelenişindeki etki de dönem düşünüldüğünde ehemmiyet kazanmaktadır.
1971’de Ankara Sanat Tiyatrosu tarafından sahnelenen Seferi Ramazan Bey’in Nafile Dünyası metnin ve ilk sahneleniş biçiminin pek çok özelliği nedeniyle 70’li yılların en önemli sanat olaylarından biri olarak tiyatro tarihimize geçmiştir.
“Nafile Dünya, 12 Mart döneminin baskı ortamında, sıkıyönetim Kumandanlıkları’nca Ankara ve İzmir’de yasaklandıktan sonra Ankara Sanatseverler Derneği tarafından yılın oyunu seçildi.”
Ramazan Bey kendi değerleri içinde “iyi” olan biridir. Ona öğretilen değerlere sıkı sıkıya bağlıdır. Dış dünyadaki olup bitenle ilgilenmez pek. O inandığı iyi değerlere bakar. Bu değerleri sorgulamak gibi bir özelliği olmadığı gibi bu değerleri değişen toplumsal süreç içinde evriyemediği için zaman zaman trajikomik bir hale bile dönüşebilecektir.
Ramazan Komiser “idealist” kimliğiyle yolsuzluğa, rüşvete, adam kayırmaya karşı duruşuyla romantik bir tiptir. Romantik, saf ve eskide kalmış diye düşünürsek, Cervantes’in Mançalı Don Kihotesini aklımıza getirir hemen. Çevresini göremeyen, olayları çözemeyen ama değerleri uğruna hayatını veren, yel değirmenleriyle dövüşen…



BİR ÖLÜMÜN TOPLUMSAL ANATOMİSİ

Oktay Arayıcı 1969 yılından sonra (Nafile Dünyanın yazımı) 1974–1977 yılları arasında üstünde çalıştığı Bir Ölümün Toplumsal Anatomisi isimli oyunu yazar. Oyun 1979 Türk Dil Kurumu Oyun Ödülü’nü kazanır. Nafile Dünya oyununu “seyirlik komedi” olarak değerlendiren yazar, bu oyununu da “seyirlik tragedya” olarak betimler.
1961 Anayasasının hazırlandığı süreçte geçen oyun öyküsünde, olası toprak reformunun ağalık sistemi üzerinde yarattığı tedirginlik ve panik ortamında işlenen bir cinayet anlatılmaktadır. İntihar süsü verilerek kapatılmış olayı yıllar sonra tekrar açarak araştıran üç araştırmacının, olayı yaşayan kişilerle konuşmaları oyunun birinci boyutunu; bu kişilerin (gerçek kişiler) dönemde yaptığı konuşmaların ses alıcısından verilmesi ikinci boyutunu ve oyuncuların bu kişileri canlandırmaları da oyunun üçüncü boyutunu oluşturur. Episodik geçişlerle oluşturulan oyunda göstermeci bir yaklaşım tercih edilmiştir. Köydeki sömürü düzenini sorgulayan Haydar’ın toprak ağası tarafından köylüleri uyandırmaması için öldürülmesi ve böylelikle sınıflar arası kavganın feodal yaşantıdaki süreci yazar tarafından vurgulanır.
“Oyun, köydeki sömürü düzeninin kendi çıkarına aykırı düşen insanları hiç acımadan yok edebileceği gerçeği üzerine kurulmuştur. Oyunda, geçmişte işlenen ve intihar olarak üstü kapatılan bir siyasal cinayet açığa çıkartılarak; bu cinayeti işleten sömürücü ve buyurgan düzenin temsilcilerini sorgulanmaktadır. Arayıcı, bu oyununda bir siyasal cinayet ekseninde; toprak ağalığından şeyhlik düzenine, evlilik kurumundan hukukun işleyişine ve adalet duygusunun zedelenmesine değin köyde yaşanan tüm çarpıklıkları geniş bir yelpaze içinde irdelemektedir.
“Bir Ölümün Toplumsal Anatomisi” geri dönüşlerle oluşturulmuş, episodlar arası bağlarda diyalektik bir birlik bulunduran, bu anlamda uzam birliğinden çok süreklilik arz eden, izleyiciyi değerlendirici-yön gösterici konuma sürükleyen bir oyundur. Tarihsizlik egemen değildir oyunda. Anadolu’da yaşanan toprak davası, kan davası, olumsuz görenekler, din istismarı gibi halen devam ettiğini gördüğümüz bir süreci karşımıza getirir. Bizden olanı bize anlatır Oktay Arayıcı. Devletin tutumuna eleştirel gözle bakan yazar büyük umutları besleyen 1961 Anayasasının da sorunların çözümlerine açılım sağlayamadığını vurgular.
Bir Ölümün Toplumsal Anatomisi oyununa damgasını vuran temel olarak yazarın dünya görüşüdür. Sömürüye karşı, özgürlükçü ve eşitlikçi yazar; demokratik gelişimlerin önünün çıkar çevreleri ve onların güdümündeki yöneticiler tarafından kesildiğinin altını çizer. Köyde ya da şehirde her iki örgütlenmenin karşısında olanlar oyunda Haydar’ın da karşısında olmuşlardır. Çünkü Haydar bilinçlenmeye çalışan, okuyan, araştıran, şüphe eden ve sorgulayan kişi konumundadır. Dönemde “ilerici” olarak adlandırılan özellikler gösterenlerin çeşitli nedenlerle elemine edilmesine karşı yazar bu oyunu oluşturmuştur.
Bu yazarın gelenekten aldığı dersler ve yaşayan sorunları tiyatroya getirmesinin önemli ve anlamlı bir öğesidir. Oyun İçimizdendir. Yaşanılan gerçekliktedir. Topluma bir gösterme çabasıdır. Değiştirip dönüştüreceklere sordurtacağı soruları vardır Oktay Arayıcının.


RUMUZ GONCAGÜL
1977 yılında yazılan“Rumuz Goncagül, evlilik kurumuna toplumumuzun bakışını, küçük burjuva eksenli bir aile kurgusu içinde değerlendirir. İki insanın aşk, sevgi, saygı, dürüstlük, birliktelik vb. duygu ve düşünceleriyle oluşması özlenen ve beklenen evliliğin; ekonomik menfaatler, toplum baskısı, cinsel arzuların yaşanamaması vb. gibi dış etmenlerle kurulması ve belirli durumlarda bunun zorunluluğu oyunun komik ve üzünç yanlarını oluşturarak gözler önüne serer.
Yaşanan olayları oyunlarının eksenine alan yazarın, bu oyunda da gazete yoluyla evlenmeye çalışan insanları görmesi ve eğlenceli bir üslupla bu toplumsal yaraya parmak basması oyunun gücünü oluşturur

Bu oyunun en önemli özelliklerinden bir tanesi de, yaşayan gerçeklere önem veren yazarın, fiili bir denemeye başvurması ve gazeteye ilan vermesiyle olur. Böyle bir çağrıya gelen ″yaşayan mektuplar″ bu oyunun yazılmasında önemli bir yere sahip olmuş ve yaşam-oyun birlikteliğinde de özel bir konum oluşturmuştur.
Mektuplarda söylenen küçük ya da büyük yalanlar her ne kadar ilanı veren tarafından bir dereceye kadar absorbe edilebiliyor da olsa, gerçekle yapılan yüzleşmede enteresan, komik, saçma, sıkıcı, abartılı vb. birçok durum ve duygu ortaya çıkarken verilecek tepkilerde değişecektir. Sahnede yüz yüze gelince ortaya çıkan olaylar, öyküler, durumlar oyuna canlı bir hava katacak ama aynı zamanda insani olmayan sürecin farklı boyutlarının da bir bir ortaya çıkmasına neden olacaktır.
Oktay Arayıcı Rumuz Goncagül isimli oyunuyla 1981–82 Sanat Kurumu En Başarılı Yazar Ödülü’nü kazanır..
Tüm bu kadın-erkek ilişkileri, evlilik kurumundaki sorunlar vb.nin dışında oyunda, dış dünyadaki toplumsal kargaşa, işsizlik, kısa yoldan zengin olma hayalleri gibi ekonomik dengelere bağımlı, dönemin kültürel yapısını gösteren, yozlaşmanın tüm insani ilişkilere sirayet ettiği bir süreci göstermesi bakımından da önemli ve anlamlı bir oyundur Rumuz Goncagül.



TANİLLİ DOSYASI
Oktay Arayıcı’nın, Server Tanilli’nin gerçek yaşamı üzerine kurguladığı 1978–79 yıllarında yazdığı oyunudur. Siyasi nedenlerle oyun oynanamamıştır. Üniversite Öğretim Üyesi Server Tanilli’nin; bilimsel ahlakın birçoklarınca hiçe sayıldığı, korkunun galip geldiği, Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nin halkı zapturapt altına aldığı, toplumun depolitize edilmeye çalışıldığı bir dönemde, onurunu ve bilimsel etiği üst düzeyde tutuşu anlatılmaktadır. Hakkında açılan soruşturmalar, davalar, tutuklu-tutuksuz yargılanmalar, ihanetler, zorluklara karşı alnı açık, bildiği yolda yürüyen halktan yana bir bilim adamının gerçeği gün yüzüne çıkartma ve onu karartmak isteyenlere karşı haysiyetli davranma süreci oyunu oluşturur.
Objektiflikle taraf tutmanın ayırımını çok iyi kavramış yazar ve Tanilli, bilim adamının gerçeğin tarafında olması gerektiğini belirlemişlerdir. Bu anlamda insan için olan bilim, tüm insanlar için olmak durumundadır ve tüm insanlar için olmasını isteyenlerin yanındadır.
“bilimde objektiflik ve taraf tutması nedir? Önce bununla başlayalım. Bizde objektiflikle taraf tutmama birbirine karıştırılır. Bu karışıklık yalnız savcılık iddianamelerinde değil, politik hatta ekonomik çevrelerde de sıkça görülür. Bilimsel objektiflik, gerçekliği (realiteyi) olduğu gibi, subjektif önyargıların etkisinde kalmadan tespit etmektir. Taraf tutma ise başka bir şeydir. Bilim taraf tutar, bilim adamı taraf tutar. Ama kimin tarafını? Gerçeğin, doğruların tarafını. Bütün bilim tarihi, gerçeklerin, doğruların tespit edilmesi ve kabul ettirilmesi, yanlışların giderilmesi çabasının, bu uğurda verilen mücadelenin tarihi değil midir?”
Server Tanilli gibi bilim adamları insanlığın yolunu aydınlatmaktadır.
Üstüne eğilinmeye çalışılan bu dört oyunuyla Oktay Arayıcı, dünya görüşü doğrultusunda tüm düşsel ve sanatsal gücünü aktarmaya çalışmıştır. Her oyununda yeni denemelere girmiş, sistemi sorgulamış ve tiyatro izleyicilerine sorular sordurmaya çalışmıştır. Zorluklarla geçen hayatında kendi kulvarında, oyununu yazdığı “Server Tanilli” gibi yaşamıştır.
Ulusal tiyatroya ulaşmada Arayıcı insanı tanımak kadar, insana ulaşmada sanatın işlevini bilen bir yazardır. Nafile Dünya için hazırladığı yazısında şöyle der:
“İnsanın dünyayı tanıması, bilmesi için gereklidir sanat
İnsanın kendini değiştirmesi için gereklidir sanat
İnsanın dünyayı değiştirmesi için gereklidir sanat.
Ve bu gereklerin hepsiyle yükümlü ve ereklidir sanat”.
Sonra şöyle devam eder:
“Biz sanatı öyle anlıyoruz. Amaçladığımız insandır. Etli, kanlı, canlı bir insan. Bu önce bastığımız toprağın insanıdır elbette. Ve iyi yakalayabildiğimiz takdirde yolumuzun, onun neslinin aslında gideceğine inanmışızdır. Yani kendi insanımızdan somut evrensel insana. Yani yerli özden çağdaş evrensele…”
Çağına tanıklık eden toplumcu bir yazar olarak Oktay Arayıcı, kişilikli bir ulusal tiyatro için çok çaba sarf etmiş ve kısa yaşamında üzerine düşen görevi layığı ile yerine getirmiştir. Bizden olan oyunları gibi yaşamı da bizden olmuştur.
Can Yücel’in yazdığı şiir bunun genel göstergelerinden biridir.
“OKTAY ARAYICI’YA
Bir arayıcı fişeğiydi Oktay
Çaktıkça karanlığın çalplarına karşı
Tanyerleri gösterdi bize yer yer
Ve perde perde
Ayak götürürken şimdi sahnemizden
Allah değil, bizcileyin Allahlıklar
Razı olsun kendisinden
Bir solukta oyun bitti
Bir SOL daha anahtarken
Gürleyip güme gitti
Biz ne zaman kilit olacağız ki?”

Not: Bu yazı yazarın yüksek lisans tezinden derlenmiştir..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder